1818'de yayımlanan Frankenstein isimli gotik-romantik eseriyle tarihin ilk bilim-kurgu romanına imza atan Mary Shelley en az Frankenstein kadar sıra dışı bir hayata sahipti ve fakat Frankenstein'dan çok daha fazlasıydı.
1797'de Londra'da entelektüel bir ailenin kızı olarak doğan Mary Shelley'nin annesi tarihin ilk feminist yazarı Mary Wollstonecraft, babası ise felsefi anarşizmin ve pragmatizmin ilk savunucularından ünlü yazar William Godwin'di. Annesini doğumda kaybettiği için bakımını babası üstlendi. Bu da ABD başkan yardımcısı Aaron Burr ve ünlü romantik şair Samuel Taylor Coleridge gibi büyük bir entelektüel camiadan eğitim alması anlamına geliyordu.
Bu kadar entelektüel çevre hayatının her alanına dokunuyordu. Öyle ki henüz 16 yaşındayken Percy Bysshe Shelley ile tanıştı. 22 yaşındaki Percy Shelley ateist olduğu için evlatlıktan reddedilmiş bir şairdi. İki genç şair birlikte Fransa'ya kaçtılar. 2 yıl sonra döndüklerinde Mary hamileydi. Mary'nin babası bu "gayrimeşru" durumu düzeltmek ve ailenin itibarını korumak için evlenmelerini istiyordu fakat bir sorun vardı. Percy Shelley'nin bir karısı vardı. Harriet Shelley isimli bu talihsiz kadın gizemli bir şekilde Londra'da bir nehirde ölü bulundu. İntihar süsü verilen bu olayda o dönem Mary'nin babası William Godwin'in parmağı olduğu yönünde güçlü bir kanaat vardı. Ancak aristokrasinin açmadığı kapı, örtbas etmediği olay yoktu tabii. Bu trajik olay sonrası Mary ile Percy'nin evlenmeleri önünde bir engel kalmamıştı ve onlar da evlendiler.
Mary Shelley'nin üvey kız kardeşi Clair Clairmont tıpkı Mary gibi kendisinin de bir şair sevgilisi olmasını istiyordu. Bu yönde isteğini Mary'ye belirttiğinde Mary onu Percy'ye yönlendirdi. Percy'nin aklında çok özel bir isim vardı. Bu yüzden 1816'da Genova'ya gittiler ve Clair'i müstakbel sevgilisiyle tanıştırdılar. Bu kişi ünlü şair Lord Byron'dan başkası değildi. Clair için bunlar olurken Mary Shelley hayatının en önemli işine imza atıyordu.
Lord Byron, Mary, Percy ve Byron'ın doktoru John William Polidori geceleri bir araya geliyorlar, birtakım tartışmalara giryorlar, birbirlerine korku hikayeleri anlatıyorlardı. Mary Shelley ünlü romanı Frankenstein'ı tam da bu "korku geceleri" sırasında yazmaya başladı. Mary henüz 19 yaşında başladığı bu romanı 1818'de 21 yaşındayken yayımladı. Kitap ilk basımında "Frankenstein or Modern Prometheus" başlığıyla anonim olarak yayımlandı. Kitabın başında Percy Shelley'nin bir önsözü bulunuyordu. Bu da kitabın Percy'ye ait olduğuna dair bir kanaat oluşturdu. 5 yıl sonra Mary bir başka kitap yayımlayınca bu sefer kendi ismini kullandı.
Bir kısmını rüyasında görerek, bir kısmını da dönemin bilimsel, sosyal, dini ve politik gelişmeleri ışığında ele alarak yazmıştı. Aslında Lord Byron'ın ciddi bir etkisi söz konusuydu. Ayrıca John William Polidori de bu buluşmalar sonrası yazmaya başlamış ve 1819'da "The Vampyre" isimli bir gotik korku romanı yayımlamıştı. Bu roman Bram Stoker'ın 1897 çıkışlı ünlü romanı "Dracula"yı derinden etkilemişti.
Mary Shelley aynı zamanda Almanya Darmstadt'taki Frankenstein Kalesi'nden de etkilenmişti. Simyacı Johan Comral Dippel XVII. ve XVIII. yüzyılda yaşamış, yerel efsanelere göre mezardan insanları çıkarıp ölü bedenler üzerinde deney yapıyormuş.
Frankenstein hakkında bilinen en büyük yanlış romandaki yaratığın isminin Frankenstein olduğu yanılgısıdır. Oysa ki Frankenstein o yaratığı yaratan doktorun adıdır. Yaratığa "monster", "creature", "it" ve "demon" gibi isimler verilmekteydi. Hatta bir bölümde yaratığa sorulan "Kimsin sen?" sorusuna "Bana bir isim vermedi o" cevabını veriyor.
Frankenstein hakkında birkaç teori öne çıkıyor. Bunlardan birincisi direkt romanın başlığıyla içeriği arasındaki ilişkiden yola çıkarak ortaya atılmış. Efsaneye göre, insanlar soğukta donarak ölürken tanrılar Olympos dağında ateşi yalnızca kendileri için kullanmaktadır. Bu adaletsizliğe boyun eğmeyen Prometheus, Zeus'a meydan okuyup onun ateşini çalmıştır. Bu yüzden de Zeus tarafından sonsuz lanetle lanetlenir. Caucasus kayasına zincirlenen ateş hırsızı Prometheus'un ciğeri her gece bir kartal tarafından yenmekte, ertesi akşam aynı saate kadar ciğer eski haline gelmekte, böylece acıları bittiği yerde yeniden başlamaktadır. Buradan yola çıkarak Mary Shelley'nin tanrıyı sorguladığı yönünde bir izlenime varabiliriz. Zira eşi Percy'nin ateist olmasından mütevellit Mary'nin tanrıyı sorgulaması kaçınılmazdır. Tanrı bizi yarattı ve öylece bıraktı. Kitapta yaratığın doktorla olan diyaloğu da buna bir kapı sayılabilir.
"Hiç eylemlerinin sonucunu düşündün mü? Beni yarattın ve ölüme terk ettin. Kimim ben?"
"Bana bu duyguları sen verdin ama nasıl kullanacağımı söylemedin. Bizim yüzümüzden iki insan öldü. Neden?"
Birinci teorinin anti-tezi olan diğer teori XIX. yüzyıl biliminin geldiği nokta ve Aydınlanma düşüncesinin eleştirisi olduğu yönünde. Nitekim madde dünyasının mânâ dünyasını alt ettiği Victoria döneminde Mary Shelley'nin Doktor Frankenstein metaforuyla ruhsuz ve cüretkâr bilim dünyasına karşı tek yaratıcı Tanrı'nın büyüklüğünü, kusursuzluğunu ve biricikliğini savunduğu ortaya atılıyor.
Mary doğumu sırasında annesini kaybetmişti. Bu yüzden hayatı boyunca kendini suçlamıştı. Annesizliğin yarattığı büyük sevgi boşluğuyla sevgisizliği yaratığa vermiş olması muhtemeldi. İki çocuğunu da kaybetmiş olmasına rağmen üzülmeyi bile beceremediğinden kendini suçlayan Mary vicdan azabını da Victor Frankenstein'a vermiş olabilirdi.
Bir diğer teorisi ise daha somut bir delile dayansa da Mary Shelley'nin her şeyi muallakta bırakmayı sevdiğinden ötürü yalnızca teori olmaktan öteye gidemedi. Mary Shelley mektuplarında Frankenstein'ı Fransız Devrimi'ne benzetiyordu. Büyük umutlarla başlayan Fransız Devrimi'nin nasıl raydan çıkarak bir kâbus hâline geldiğini metaforik bir dille anlatmıştı.
Son teori ise toplumsal düzene bir eleştiri niteliğinde. Frankenstein'ın yaratığı aslında her ne kadar kötü bir insanın beynine sahip olsa da iyi niyetli, akıllı ve saf bir yaratıktı. Fakat korkunç yüzü nedeniyle kendisine yapılan eziyetler, ötekileştirmeler ve dışlamalar yüzünden aradığı sevgiyi bulamamış, yalnızca kötülüğe maruz kalmış ve dolayısıyla kötü bir karaktere bürünmüştü. Kötü bir bedene sahip iyi bir ruhun toplum tarafından nasıl örselendiğini anlatan bu yapıta karşın Bram Stoker "Dracula" eserinde güzel bir bedene sahip kötü bir karakteri öne sürmüştü. İşte esinti budur!
Bugün bir klasik olan Frankenstein dönemin eleştirmenleri tarafında yerden yere vuruluyordu. The Quarterly Review "korkunç, iğrenç, saçmalık" yorumunu yapmıştı. Açıkçası dönemin değerlerine böylesine cüretkâr bir karşı duruş sergileyen bu roman hakkında beklenmedik bir kritik değildi bu.
Bugün okuduğumuz Frankenstein aslında romanın ilk hâli değil. Çünkü Mary Shelley romanı birçok kez yeniden revize etmişti. Son hâlini 1831'de yazan Mary büyük bir trajedi yaşamıştı. Önce çocukları Clara'yı 1818'de, ertesi yıl da William'ı kaybetmişti. Ardından 1822'de eşi Percy boğularak yaşamını yitirmişti. Bu üç trajik ölüm de İtalya'da yaşanmıştı. Mary Shelley bu olaylardan sonra kendi kaderini Doktor Frankenstein'ın kaderine de yansıtmıştı. "Remember me but ahh, forget my fate!"
Mary Shelley çektiği sonsuz acıların etkisiyle yazdığı bu harikulâde eser bilim-kurgu, korku, gotik edebiyat gibi isimlerin çok ötesinde, döneminin en başarılı yapıtlarından birisiydi. Popüler kültürde çok fazla esinlendiği için her ne kadar Frankenstein ile tanınsa da Mary Shelley acı dolu kısa hayatına yedi roman, üç çocuk kitabı, birçok kısa öyküsü, şiirleri ve denemeleri sığdırarak Viktoryen dönemin en önemli yazarlarından biri oldu. Goth bless her.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder